Doğduğumuz yer ve ailemiz, okuduğumuz okullar, arkadaşlarımız ile öğretmenlerimiz, yaşadığımız şehir, mahalle, bina ile komşularımız, çalıştığımız iş yerleri, iş arkadaşlarımız, yöneticilerimiz ile iş ortamımız gibi sahip olduğumuz ya da olamadığımız şartlar, yaşama biçimimizi ve kalitesini doğrudan etkileyebilmektedir.
Hayatımızın hemen her dönemini bize kattıklarıyla genel olarak olumlu etkileyen Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Lisesi mezunu olmak, bizler için önemli bir ayrıcalık ve şanstır. Türkiye’nin hemen her şehrinden ve kültürel zenginliklerinden gelen arkadaşlarla birlikte okumak, engin hoşgörülü olmak, dürüstlük, merhamet ve paylaşımcılık kazanımlardan bazılarıdır. Bu değerler inanılmaz bir sabır, fedakârlık ve her biri birer sanatçı olan öğretmenlere sahip olmakla elde edilmiştir. İnsana ve ülkeye yararlı bireyler olarak bizleri yetiştirebilmek için çok büyük emek harcadılar. İşte bizler, bu mümtaz hocalara sahip olmanın ayrıcalık ve şansına da sahip olabilmenin bahtiyarlığını yaşıyoruz. Zira mutluluk ile hüzünlü anlarımız başta olmak üzere mümkün olan her zaman ve ortamda, yanı başımızda birer anne, baba, öğretmen hatta arkadaş edasıyla görüşüyor ve buluşmaya devam ediyoruz.
Sahip olduğumuz imkân ve beceriler, bireysel ve toplumsal yaşam standardımızı da belirlemektedir. Ayrıca vatan ve millet sevgisiyle birlikte devletin imkânları ile okumanın vefası ve sorumluluğu da her an omuzlarımızda ve yüreğimizin engin derinliklerinde yerini olanca tazeliğiyle koruması insana ve ülkeye hizmetkâr olma aşkımızı kamçılamaktadır.
Bu hafta sonu birçok farklı ilde yaşayan okul arkadaşlarımız, yine okul arkadaşlarımızdan biri olan Prof. Dr. Fazlı Erdoğan Bey’in oğlunun düğününe gelmekle dostluk ve dayanışmanın güzel örneklerinden birini yaşattılar ve ayrıca bir araya gelmemize de vesile oldular.
Edebiyatçı-yazar Seçil Oğuz ne güzel özetlemiş: “Bir kahvenin tadını, bir insan sesi değiştirebilir. Berbat bir günü, bir insan yüzü güzelleştirebilir. Acı bir haberi, bir insan sözü hafifletebilir. Mutlu bir anı, bir insan daha mutlu yapabilir. İnsan insana lazımdır. Ama insan insana…”
Dostluk, düğünde mutluluğu paylaşmayı, hüzünde de acıyı paylaşmayı gerektirir. Öz yeğenleriymişçesine oynayanları gören davetliler, şaşkınlıklarını gizleyemediler. Oysa en iyi eğitim davranışsal yaşantı ile örneklik teşkil etmek değil miydi? Tüm işlerimizde olduğu gibi burada da dostluk kavramının uygulamalı olarak gösterilmesi, yıllarca bize kazandırılmaya çalışılan değerlerin bir tezahürü olması bakımından da kayda değer mümtaz davranışlardan olmuştur.
Düğün öncesinden yapılan plan gereği uygun olabilenler, bir arada kalabilmek için akşamını boşaltmışlar. Farklı bir etkinlik ve biraz çılgınca olsa da dağda kamp yapmaya karar veriyoruz. Kamp yerimizi Ankara, Çubuk, Karagöl üst tarafında yer alan yaklaşık 1500 rakımlı bir yayla olarak belirliyor ve yola çıkıyoruz. Vardığımızda akşam karanlığı çökmüş ve gittikçe üşütecek kadar hava soğumaya başlamıştı. Yangın bilinci ve temkiniyle, ısınmak ve etrafında yapacağımız derin sohbetler için odun toplamakla işe koyuluyoruz. Semaver, ızgara ve ısınmak için olmak üzere ateşleri yakıyoruz. Kuşkusuz canlı ağaçlara zarar vermiyor ve kuru dalları özenle seçiyoruz.
İşleri imece usulü ve tüm makamlardan arınmış bir şekilde yapıyoruz. Kibir, enaniyet ve bencillikten uzak, paylaşımcı ve herkesin yapabileceği işin ucundan tutması adeta senfoni orkestrasının ahengini andırıyor. Senfoni orkestrasının ahengi ve keyfi gibi yapılan her işe katılan sevgi lezzeti de doyumsuz kılıyor. Uzun ayrılıklardan sonra buluşmanın verdiği keyifle lezzet yumağı haline gelen yemekleri hep birlikte sohbet eşliğinde “Ne yediğimiz değil, kiminle yediğimiz önemliydi” sözü aklımıza gelerek yiyor ve mutlu oluyoruz.
Yemek sonrası sohbetler koyulaşıyor. Kâh iki kişi arasında, kâh hep birlikte ortak konular üzerinde konuşuluyor. Çevremizde çoğu insanın gıpta ettiği uzun dostluğumuzun sırrını sizlerle paylaşmak istiyorum. Dilerim herkes uygular. Zira toplu yaşamanın da ülkemizin de buna ihtiyacı var diye düşünüyorum. İşte o sır; menfaatsiz sevgi, saygı ve ideolojik saplantılardan uzak durmak olarak özetlenebilir. Yani dil, din, etnik köken, siyasi düşünce, cinsiyet gibi ayrımcılıkları yapmamak ve karşı durmak. Hep birlikte mücadele ediyor ve bu tür söz ve davranışlara dair saygısızlıklara asla izin vermiyoruz. Çünkü bizler Türkiye’nin renkleriyiz. Her renk var. Bilenler ve doğru kullanabilenler için bu inanılmaz bir zenginlik kaynağıdır! Ülke sevdası, hepimiz için vazgeçilmez bir tutku olup tartışmaya bile açık olmayan bir konudur.
Yoğun iş temposu, hepimizi bunaltan salgın hastalık ve beraberinde getirilen baskılar ile yasaklar, ruhlarımız üzerinde derin etkiler oluşturduğunu anlıyoruz. Ruhlarımızı bir nebze de olsa dinlendirmek ve arındırabilmek için zamanı dolu dolu değerlendirmeye çalışıyoruz. Uzun zamandır göremediğimiz gökyüzündeki sayısız yıldızlar, doyumsuz bir manzara oluşturuyor. Bu manzara eşliğinde gecenin önemli bir bölümünde dahi hasret gidermeye, konudan konuya atlayan geniş bir perspektif ile sohbetler ediyor ve bu nedenle de iki-üç saatlik araç içindeki uyku ile yetinmeyi tercih ediyoruz.
Gece boyunca üzerimize giydiğimiz kazak, parka ve örttüğümüz battaniyeye rağmen üşüyoruz. Temmuz ayının ortalarında üşüdüğümüzden ısınmak için neredeyse saat başı arabayı çalıştırıp klima ile ısınmaya çalışıyoruz. Nihayet karanlık çekilmeye ve gün aydınlanmaya başlıyor. Kısa bir sabah yürüyüşü ile doğanın doyumsuz tadını almaya çalışıyoruz.
Bulunduğumuz yayla, farklı ağaçlardan oluşan yemyeşil ve gür orman ile kaplı olduğundan ciğerlerimizi bol miktardaki oksijen ile dolduruyoruz. Çiçekleri henüz açmaya başlayan kuşburnu bitkileri, yer yer kekik kokusu, insanlar ve hayvanlar için yaptırılan çeşmeler, çıngırak takılı olduğundan sesleri gelen büyük baş hayvanlar, cıvıl cıvıl öten kuş sesleri, yerde biten dağ çayı, rengârenk açan çiçekler, çimenler ve daha nice güzellikler göz zevkimize alabildiğine hitap ediyor.
Vakit dar ve her arkadaşın koşturacağı ve tamamlayacağı bir hayat hikâyesi bulunuyor. Bu nedenle hep birlikte çevre temizliği yaptıktan sonra Ankara’nın Çubuk ilçesine doğru hareket ediyoruz. Çubuk çarşı içerisinde kahvaltı için birer çorba içiyor ve bitişikteki esnaf çay ocağından taze çaylarımızı yudumluyoruz.
Çubuk, vişne ağaçları bol olan ve turşularıyla ünlü bir yerleşim yeridir. Ankara’ya uzaklığı yaklaşık 45 km’dir. 1402 yılında Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında yapılan Ankara Savaşı ise Çubuk Ovasında yapılmıştır. Yaklaşık 91.000 nüfuslu şirin bir ilçedir. Karagöl ise Çubuk ilçesine bağlı Ankara’ya yaklaşık 90 km mesafededir. Etrafı çeşitli ağaçlardan oluşan güzel bir orman ile kaplı, girişi ücretsiz, çeşme ve diğer ihtiyaçlar için her şey büyükşehir belediyesince düşünülerek piknik ve gezinme alanı haline getirilerek görmeye değer yerler arasındadır.
Ayrılma vakti geldiğinden bir grup arkadaş ile Çubuk’ta vedalaşıyor ve diğerleriyle Ankara'ya dönüyoruz. İkinci bir vedalaşma sahnesi ve en kısa zamanda tekrar buluşmayı dileyerek ayrılma sahnesi her zaman olduğu gibi hüzünlü oluyor.
Dostlar memleketine doğru yola devam ederken her birinin birer yıldız olduğu fikri aklıma geliyor ve bununla mutlu oluyorum. Nazım Hikmet, “İnsan insana iyi gelmeli. Gelmeyecekse hiç gelmemeli” diyerek adeta hayatı özetliyordu. Hayatın her alanında bize iyi gelen insanlarla karşılaşmak ve ebedi dostluklara sahip olabilmek dileğiyle.
İsmail AKGÜN
MEYAD Genel Başkanı, Eğitimci-Yazar