“Bakarsın Tanrı misafiri gelir,” bahanesiyle ihtiyaç olsun olmasın doldurulurdu mutfaklar. Ramazan dışında da aynı hassasiyet olurdu da Ramazan bir başkaydı.
Misafir ayrı sevilir, ayrı ağırlanırdı. Hemen her gün olsun istenirdi. En güzel örtüler, en güzel tabaklar, en güzel çatallar kaşıklar dizilir, en güzel yemekler bir başka itinayla, bir başka hevesle, keyifle yapılır, her kimse artık gelenler, sanki ilk kez geleceklermiş gibi en güzel elbiselerle karşılanırlardı.
Misafirler de sanki ilk kez gelmişler gibi şık, iftara yakın saatte gelir, “bismillah” der, girer, varsa ellerinde paket, kapıda karşılayana teslim eder, gösterilen yerlere kurulurlardı.
Masa, saatler öncesinden hazırlanırdı.
Mis gibi kokardı pideler.
Nar gibi, tereyağlı, susam ya da çörekli...
Ezana birkaç dakika kala ufaktan ufaktan geçilirdi sofraya.
Küçükler büyükleri üst başa oturtur, kendileri masanın diğer ucuna otururlardı.
Hurma, zeytin, su... Şalgam, ayran, gazoz...
Salatalar, mezeler, çorbalar, ara sıcaklar, ana menü... ve tatlılar...
Sokaklara sessizlik çökmüş, serçeler susmuş, kulaklar ezanda olurdu.
Gün boyu yapılan yemeklerin süslediği masalar en keyifli dakikalara tanıklık ederdi.
Besmeleyle oturulan sofralar, dualarla açılan iftarlar...
...
İftar çadırları... Ramazan yemekleri/davetleri... Misafirler... Sahur... Pide... Ezan... iftar... Hurma...
Kulağa ne de hoş geliyor!
Hayırlı ramazanlar olsun.