Bir bakıyorsunuz sıcak köfteyi avuçlamış, dünyanın en lezzetli, en bulunmaz yemeği olarak tanıtıyorlar.
Bir bakmışsınız sarımsak hasadına katılmış, ‘işte size beyaz altın’ diyerek Kastamonu’ya kafa tutuyorlar.
Bir bakmışsınız fıstığı bin bir türlü lezzete sokmuş, Şanlıurfa ve Adıyaman’a(Besni’ye) nanik yapıyorlar.
Pabucu, halıyı, makarnayı, kebabı, lahmacunu, baklavayı saymıyorum bile...
Enerjilerini ve zekalarını, üretmeye, çoğaltmaya, faydalı olmaya o kadar güzel harcıyorlar ki kayalık ve susuz bir şehrin nasıl eşi benzeri bulunmaz bir kültür ve sanayi şehrine dönüşebileceğinin canlı tanıkları olabiliyorlar.
Kireçtaşı üzerine 1960’larda orman kurup, güneydoğunun en büyük mesire alanına imza attılar.
Merdiven altı kilimcileri halı, köşkerleri kundura, bisküvi ve makarna çerçileri, makarna ve bisküvi fabrikaları kurdular.
Oradan buradan topladıkları mozaiklerle her yıl yüzbinlerin ziyaret ettiği dünyanın en değerli mozaik müzesini kurdular.
Doğunun İstanbul’u ismini analarının ak sütü gibi hak ettiler.
Kim tutar sizi?
Kimsenin kimsenin paçasından tutup çekmediği, daha fazlası, daha iyisi, daha güzeli için yarıştığı coğrafya...
Ve kendiliğinden gelen bereket... zenginlik... refah...