Ülkemin ne kadar büyük bir doğal zenginliğe sahip olduğunu gördüm

Turgutreis Mahallesinde, bugünkü ifadeyle 2+1 dediğimiz bir evde kirada oturuyordum. Beş yüz lira maaşın üç yüz lirası kiraya gidiyordu. Buna rağmen para arttırdığımı, artan parayla çeyrek altın aldığımı hatırlıyorum.

Hiç unutmam, yeni çıkan ve kapı kapı gezerek satan pazarlamacılardan aldığım altı parça (üç tencere, üç kapak. Kapakların da parçadan sayıldığını öğrendiğim zamanlar...) tencere takımının taksitlerini ödeyemedim, ikinci ayında başkasına satmak istedim de kimse almamıştı. O kadar üzülmüş, zamansız bir harcama yaptığım için kendime kızmıştım ki anlatamam.

Alışveriş yaptığım bakkal yolumun üstündeydi. Eskisaray Camiini geçtikten hemen sonra soldaydı. Ali amca... Veresiye alıyordum. Maaş aldığımda tamamını değilse de çoğunu ödüyordum. İyi biriydi Ali amca. İki oğluyla çalışıyorlardı. Çok güzel meyveleri vardı. Dayanamaz hepsinden alırdım. Hanım, “yeni çıkan meyvelerden alma, pahalı,” der, kızardı, ama ben dinlemez alırdım.

Bir gün müdür odasına çağırdı biriyle tanıştırdı.

Mahmut Fisunoğlu... Efsane projeci... Bir dahi... Harita ve proje ustası... Her ormancının hayaliydi onunla tanışmak ve çalışmak.

Elini sıkarken öpesim geldi.

Emekliliği gelmesine rağmen emekli edilmiyor, Türkiye’nin önemli bazı bölgelerinin erozyon haritaları ve uygulama projelerini yapması isteniyordu.

Efsane, Adıyaman da ve elini sıkmıştım.

Müdür beni tanıttıktan sonra Adıyaman’a geliş amacını anlattı, ona eşlik etmemi istedi.

Çelikhan’ın erozyon haritasını ve uygulama projelerini yapacaktık. Bir nevi asistanı (siz ona çıraklık da diyebilirsiniz) olacaktım. Harita ve proje en az üç ay sürerdi.

Belki beş, belki altı... Akdağ, Beydağı ve irili ufaklı onlarca dağ, tepe ve dere... Çıkmadık dağ, inmedik dere, girmedik köy, mezra bırakmayacaktık. Bitki örnekleri toplayacak, kurutacak, isimlendirecek, tahmini rezervler ve biyolojik karekterleri not edecektik. Bir tür akademik çalışma.

Bitirme ödevim ‘Botanik’ olduğu için kendime güveniyordum. Ancak proje deneyimim yoktu ve nereden başlayacağımı bilmiyordum.

Yürürken hafifçe kamburu çıkan, zayıf, avurtları çıkık bu adamla çalışmak Allah’ın bir lütfuydu. Bırakın çalışmak, tanışmak mucizeydi. Şimdi aylarca birlikte çalışacaktık. Aman Allah’ım bir rüya...

Müdürün odasından çıktıktan sonra odama geçtik.

Ada çayı istedi.

Birlikte içtik.

İçerken de uymamı istediği kuralları anlattı.

İlkokulda bir an önce okumaya geçmek için sabırsızlandığım günleri hatırladım. Ağzım açık onu dinliyordum. Ne istiyorsa koşulsuz yapacaktım. Zor, bir o kadar da heyecan verici kuralları arasında, “bu da nereden çıktı?” dediğim tek bir şartı yoktu. Saatlere uyacak, bolca fotoğraf çekecek, örnekler toplanacak, dürbünle değil, bizzat gidilerek taşlık, kayalık ve eğim hesapları yapılacak.

Tüm bu bilgiler 1/5000’lik gizli memleket haritalarına işlenecek...

İkinci çayı içmedi kalktı.

“Yarın bismillah diyerek başlayacağız,” dedi çıktı.

İsmini kitaplardan ve seminerlerden duyduğum bu adamın çıraklığı fakülteyi bitirdiğim günden daha fazla heyecanlandırmıştı beni. Araziye çıkmayı iple çekiyordum.

O gün koşarak gittim eve. Hanıma anlatırken ne kadar heyecanlanmışım ki dikkatini çekmiş, sormadan edemedi.

“Seni hiç böyle görmemiştim. Mesleğini sevmiyor galiba diye düşünmeye başlamıştım ki bugün fikrimi değiştirdin. Adına sevindim...”

Gece uyuyamadım. Dönüp durdum yatağın içinde. Eşim yedi aylık hamileydi. İki ay içinde bir erkek evlat bekliyorduk. İlk kez ‘ismi ne olsun?” tartışması yaşamadan geceyi geçirdik.

Evden çıktığımı hatırlıyorum da mesai bitince evin yolunu tuttuğumdan daha büyük bir heyecan ve hevesle yürüyordum. Eve yüzünü dönmüş eşekler gibiydim. Sırtımdaki yükün ağırlığı umurumda değildi. Hata yaparım. Fırça yerim. Mahcup olurum. Eve geç gelirim. Hanım hamile...

...

İlk gün harika geçti. Çok zorlanmadım. Ya da zorlamadı. Sanırım zorlamadı. Bir çok şeyi kendisi yaptı. İlerleyen günlerde yükümün ağırlaşacağını bildiğim için pek de üzülmedim. Hızlı başlarız beklentisi yüzünden yaşadığım hayal kırıklığını belli etmesem de anladı Mahmut ağabey.

Mahmut ağabey dememi istemişti benden. “Efendim,” sözcüğünden nefret ettiğini, kesinlikle kullanmamamı istedi. Arada bir kaçırsam da gülüp geçti.

...

Su gibi geçiyordu günler. Müthiş iş çıkarıyorduk. Havza ıslahı, mera ıslahı, erozyon, ağaçlandırma, sel dereleri ve daha bir çok işe yaramaz ders ve konu olarak gördüğüm bilgiler ilk kez işe yarıyor, sınavlara hazırlanır gibi her akşam oturup çalışıyordum.

Unuttuklarımı hatırlıyor, bildiklerimi pekiştiriyorum. Öyle ki tek başına harita çiziyor, bitkileri isimlendirip literatürdeki yerine koyuyordum. Çelikhan’ın bitki çeşitliliği ve endemik türlerce zenginliği beni şaşırtıyordu. İlaç sanayi ve mera sahaları için inanılmaz bir rezerve sahipti. Keşfedilmemiş bir botanik müzesiydi. Ve ülkemin ne kadar büyük bir doğal zenginliğe sahip olduğunu gördüm. İlaç sanayinin yüzde yirmisinin sentetik, geriye kalanının bitkisel olduğunu düşünürsek gerisi anlaşılır sanırım.

...

İki ay geçmişti. Bebeği kucağımıza almak için gün, hatta saatleri sayıyorduk. Her an bir sürpriz olabilirdi.