Turuş’luyum. Yeni ismi Kuyulu. Turuş’un anlamını bilmesem de hoşuma gidiyor.
Kuyulu, köydeki taş kuyudan geliyor. Çok eski bir kuyu. Çok çok eski. Suyunun, köyün güneydoğusundaki höyüğün altından geldiğini, hatta höyükle bir tünelle birbirine bağlandığını söylerler.
Bir evin temeli atılırken ortaya çıkan taş tünel bu söylentiyi kuvvetlendirdi.
Çocukluk anılarım pek yok, ama belleğimde yer etmiş birkaç olay yüzünden bir yaşındayken ayrıldığımız halde “Turuş’luyum,” demek hoşuma gidiyor.
Köy, şehirden uzak, şehirden sıcak, şehirden tozlu. Tozunun, sıcağının ve sessizliğinin ne anlama geldiğini bilmesem de büyük bir tutkuyla seviyorum. Belki akşam saatlerinde güneş batmak üzereyken gölgemin boyumu aştığı vakitte kavun tarlasında istediğimi dalından koparıp dedemin hediye ettiği çakıyla kesmek hoşuma gidiyor.
Ya da teveklerden üzüm koparırken duyduğum yılan ıslıklarının korkusu ve heyecanı bağlamış beni köye; kim bilir.
Eşeksırtında gübre kokusunu ciğerlerime çekerken akşam yiyeceğim tereyağlı bulgur pilavı ya da yoğurt çorbasının keyfi de beni sarhoş etmiş olabilir.
Hele akşamları damda yatarken dut ağaçlarına tüneyen kuşların cıvıltıları arasında masal dinlemek yok mu, bayılıyorum. Oysa hep aynı kişilerden aynı masalları dinleriz. Üstelik dakikalarca yalvarırız anlatmaları için. Her dinlemede gözlerimizi kapatır, masalın o büyülü dünyasına kendimizi kaptırır, uçan atları ve ateş püsküren canavarları hayal eder, gerçeklermiş gibi korkar, yorganı kafamıza geçirir, böylelikle kaybolduğumuzu, bizi kimsenin bulamayacağını sanır, korkuyla ilk kez duyuyormuşuz gibi uyumaya çalışırız. Uyandığımızda altına kaçıranlar olup olmadığına bakar, gün boyu dalga geçecek bir sebep bulmaya çalışırız.
Bazen de bir türlü sevdiğine kavuşamayan ve uğruna on yıllarca çobanlık yapan bir aşığın hüzünle biten hikâyesini dinleriz gözlerimiz dolu dolu. Sevmenin ne demek olduğunu bilmeden ağlamak, mutlu eder bizi. Gözyaşlarımızın bizi mutlu ettiği tek hikâye, aşk hikâyeleri.
Üniversite bitti. Göreve başladım.
Bir gün fırsat doğdu, ağaçlandırma yapacağız. Karababa da benden önce başlayan sahanın devamını beş yüz hektarlık projeyle yeniden programa aldırdım.
Akasya, kızılçam, fıstık çamı diktik.
Bolca da badem...
Aradan yıllar geçti, bir fırsat daha geldi ayağımıza, bu sefer Gemrik Dağına bir proje yaptık. Buraya da fıstık çamı, kızılçam, servi, akasya diktik. Çok az da badem ektik. Acı badem…
Burasının küçük bir hikâyesi var, mutlaka paylaşmalıyım.
Müdürlük yaptığım sırada bizim köyden olduklarını söyleyen bir grup gencin benimle görüşmek istediklerini söylediler.
Kabul ettim. Aynı yaşlarda beş altı genç… eğer fidan verirsem işçilik kendilerinden olmak üzere ağaçlandırma yapacaklarını söylediler.
Çok etkilendim. İş isteyeceklerini sandığım gençler, fidan bedava olursa, ücret almadan dikim yapacaklarını söylüyorlardı.
Onların bu güzelliklerini karşılıksız koymak istemedim, projelendirerek ücreti karşılığında çalışmalarını önerdim.
Kabul ettiler. En çok da ağaçlandırma yapılacak olmasına sevindiler.
İkinci proje bu gençlerin eseri. Eğer içlerinde bu yazıyı okuyacaklar çıkarsa buradan hepsine teşekkürler. İyi ki varsınız çocuklar. Muhtemelen şimdi otuzlu yaşlardalar.
Aşağıdaki fotoğrafı, Gemrik Dağı’ında ki fıstık çamları arasında çektirdik.
Meyve veriyorlar şimdi.
İki kez sıklık bakımı yapıldı.
Kozalak topluyorlar. Römorklar dolusu hem de…
Yakın bir zamanda mesire yeri olarak kullanırlarsa şaşmam.
Yangınları gördükçe hep hatırlarım burayı.
Ya yanarsa!
Kuyulu, büyük bir köy. Birkaç kilometre mesafedeki köylerle birlikte on bini buluyor nüfusu. Bir ilçede olması gereken her şey var. Fırın, lokanta, internet kafe, kahve, market, berber, pastane, hastane, okullar, demirci, briketçi, benzin istasyonları, manav, kasap, tuhafiye…
Karababa ve Gemrik Dağları yemyeşil.
Bu iki yeşil dağ arasında her gün biraz daha büyüyen ve güzelleşen bir köy Turuş. Tek ve en büyük burukluğu, Atatürk Barajından su alamaması. Yanıbaşından akan Fırat, Bozova’yı ve Yaylak’ı suluyor, onu sulamıyor.
Melül melül seyrediyor Fırat’ı.